Ana içeriğe atla

12 Eylül'ün 'Günah Keçileri'

'At izinin, it izine karıştığı' bir bir dönemdeyiz. Fakat ben günümüzden daha çok çizgiyi biraz geriye çekmeye ve bağlayabilirsem gene konuyu edebiyata getirmeye çalışacağım.
12 Eylül askeri darbe sonrası 'sol' un -ki gerçek bir sol'dan bahsediyorum bu günkü gibi içi boşalmış bir süs unsurundan değil- 'cadı avı' ile dağıltılmış, yıkılmış ve üstünden silindirle geçilmiştir.

İşkenceler, tutuklanmalar, faili meçhuller... İşin garip yani 12 Eylül sonrası ' gerçekten geri çekilmiş' ve 'kendi içinde de çözülmüş' solcular ortaya çıkmıştır. Zamanla 'liberal' görüşe dönen bu isimler, o yıllardan bu güne kadar ' solun günah keçiliğini' yaparak, itiraflar üstüne itiraflarda bulunmuşlardır.

'Bir rüyadan uyanmış' olan bu uyurgezerler, her TV kanalında ' günah çıkarmalarına' izin verilerek ' Ne boktan işlerdi' diye kendilerini bile aşağılamış, ülkenin bugünkü ' at, it izi muhabbetine ' adım adım taş döşemişlerdir.

Ve ortaya 'günah keçileri' sayesinde melez, ne idüğü belirsiz kavramlar çıkmış ' sol' culuk oynanmaya başlanmıştır.

Tabi bir taraftan dengeler değişimi sonucu son 10-15 yıldır 'kronik' mağdurlar ilan edilmiş, muhafazakar kesimin 'nefes bile ' alamadığı bir ülke görüntüsü yaratılmıştır.

İşte bu 'kronik mağdurlar' bugün zaferlerini ilan edebilirler!

Aynı şekilde 'sol'culuk oynayarak içi boşalmış ne idüğü belirsiz kavramlar arkasından koşanlar da...

Buradan edebiyata kayacak olursak, Türk Edebiyatının önemli eleştirmenleri arasında bulunan Fethi Naci, 12 Eylül romanları için , gerçekten 12 Eylül-12 Mart  ile yüzleşen bir roman örneğin çıkmadığını söyler.

Çünkü bu romanlarda işçiler ve devrimciler ya 'idealize' edilerek verilmiş ya da olabildiğince ' günah çıkarma' yönlü ' aşağılanmışlardır.'

Örneğin Pınar Kür'ün Yarın... Yarın (12 mart) romanındaki karakterin, bir ev satın almamak istememesini, kavgaya sırtında bir yükle girmek istemeyen biri olarak göstermesi, gerçeklerden çok uzaktır. Bir kişinin 'evi olmasını' istemek kadar dünyada 'doğal' bir istek yoktur. Devrimciyi böyle göstererek 'idealize' etmekten ve gerçeklerin dışına düşmekten başka bir şey yapmamış olur yazar.

Ya da Mehmet Eroğlu'nun Adını Unutan Adam romanında, Ali adlı karakterin, kaçarken, marulların üstüne basmamak için yönü değiştirmesini ve vurulmasını da gerçekçi bulmaz. Romancı bu 'durumu' Ali'nin babasını çiftçi olmasına bağlar.

Tahsin Yücel, Ahmet Altan için eleştirilerini ise 'devrimcileri' aşağıladıkları için yapar. Tahsin Yücel'in Peygamberin Son Beş Günü ve Ahmet Altan'ın Sudaki İz (12 eylül) eserlerini kıyasıya eleştirir. Bu eserlerdeki karakterler 'devrimci' gençleri, düşünceyi yansıtmadığı gibi kurulu düzenin siyasetine da bilinçli veya bilinçsiz şekilde katkı bulunmaktır.

Bu örneklerden de anlaşılacağı gibi Türkiye sadece siyasi alanda değil edebi sahada da 'geçmiş' ile yüzleşmekte sınıfta kalmıştır.

Bu gün 12 Eylül (12 mart) romanları okunmuyor. F.Naci bunu, estetikten yoksun bir edebiyat eserinin en yüce ülküleri yazsa bile geleceğe kalamayacağı görüşü ile açıklıyor. Nitekim ben de bu görüşe katılıyorum. Sevgi Soysal  ve Tanpınar'ın okunma oranları buna somut örnek olabilir.

Sonuçta olarak bugün 12 Eylül romanları 'özel bir ilgi' dışında okunmuyor. Tarihimizin belki de 'dönüm' noktası olan bu tarih - yazının girişinde de sözünü ettiğim gibi- sadece bir zamanlar, sıcaklığını korurken, ele alınmış ve yüzeyselliklerle dolu bir sürü roman bırakmıştır arkada.

Oysaki 'gerçek bir yüzleşme' ile romanlarımızda bu dönem ele alınsaydı, Türkiye bugün bu noktada olur muydu? Çünkü edebiyat bir milletin en önemli kollarındandır.

Roman deyip geçemeyiz!

Öyle olmasaydı Alman Faşizmi önce sanatçıları ve yazarları yola getirmek için sıkı önlemler almaz, binlerce kitabı yakmazdı!

Tabi daha sonra edebiyatımızda 'Orhan Pamuk' parıl parıl parlamıştır.

O.Pamuk 'edebiyatın' görevinin 'eğlendirmek' olduğunu söylemesi de manidardır.

Tekrar ana soruna dönersek, gerçekten güçlü bir edebiyat lazım bize, özellikle de bu günlerin içinden 'Gezi' ruhunun galip çıkmasını istiyorsak... Geçmişteki dönüm noktalarını günümüz gençlerine, insanına taşıyamayan, tozlu raflarda kalmış bir edebiyattan ders çıkarmamız gerekiyor. Sözün 'en güçlü silah' olduğunu asla göz ardı etmemiz gerekiyor.

 Naci'nin sosyalizm için söylediğini ben  biraz daha değiştirerek söylemek istiyorum :

'Edebiyatın dünyayı değiştirebilecek en güzel düş olduğuna inanıyorum...'

Kaynak için: Fethi Naci, 100 yüzyılın 100 Türk romanı, İş Bankası Yayınları.








Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Geliyorum Josephine, yıkanma!

Toplumların temizlik anlayışı tarih boyunca değişmiş. Şimdi yaşanan ise küresel ölçekli bir değişim. Modern yaşamı etkisi altına alan hijyen ideolojisi, getirdiği standartlarla doğal ve insani olanı dışlıyor. Katherine Ashenburg Dirt on Clean adlı kitabında temizlik pratiklerini anlatıyor. Her kültürün kendine, pislik ile aşırı titizlik arasında en mükemmel nokta olarak seçtiği bir temizlik anlayışı var. Modern, orta sınıf Kuzey Amerikalılar için "temiz" kelimesi her gün aksatmadan duş almak ve ardından da parfüm sıkmak anlamına geliyor. Oysa 17. yüzyıl aristokrat Fransız erkeği için temizlik, her gün iç çamaşırını değiştirmek, ellerine su serpmek ve vücudunun geri kalanına su ya da sabun değdirmemek anlamına geliyordu. Birinci yüzyılda Romalılar için iki saat ya da daha uzun süreler vücudu farklı sıcaklıklarda suyla ıslatmak, metal bir aletle vücudun terini ve yağını kazımak demekti. Son olarak da tüm vücut yağlanarak temizlenme işi tamamlanıyordu. Her gün, herkes bir a

Knorr salata sosu, fesleğenli ve kekikli - Tarifini açıklıyorum :)

Bir yıl öncesine kadar bu sosu çok tüketiyordum. Salataya çok güzel bir tat katıyor. 4 kaşık su ve 4 kaşık yağ ile sosu karıştırıp salataya döküyorsunuz. Nasıl bir sos ise, insanın salatayı yedikçe yiyesi geliyor. Hatta arkadaşımla abartıp mayonez de sıkarak yiyorduk salatayı. Ne günlerdi... Sonra neden kendim yapmıyorum bu sosu dedim ve ambalajın arkasındaki tarifi aldım. Sanırım hevesim kaçtığı için bir gün bile yapmayı denemedim evde. İlk okuduğumda zerdeçalın ne olduğunu bilmiyordum. Kesin asıl tadı veren baharat budur diye düşünüyordum. Henüz denemedim ama zerdeçalla tanıştım. Fikrim değişmedi; bence hâlâ işin püf noktası zerdeçal ( 2011 notu: Lezzetin potastum glutamattan geldiğini anladım. İnternette biraz araştırırsanız, çin tuzu diye de geçen bu kimyasalın, alınan tatları daha yoğun hissettirdiği belirtiliyor. Fakat aksini söyleyen pek çok kurum olmasına rağmen ben sağlıklı oluşu/güvenilirliği konusunda -hele ki mevzu ticari ürünler olunca- şüpheliyim). İşte tarif: Kurutulm

Heaven Knows, Mr. Allison - Beyaz Rahibe (1957)

Yönetmen: John Huston Oyuncular: Robert Mitchum, Deborah Kerr Süresi: 198 dk. Issız adalar gerek benzersiz egzotik havaları gerekse manzaraları açısından kişinin yalnızlığını en iyi biçimde yansıtmaya uygun görüldüğü için sinemacıların vazgeçilmez mekanlarıdır. Kaç yıldır ‘Lost’u izliyoruz ekranda bir düşünsenize. İstanbul Modern’de gerçekleştirilen ‘Robert Mitchum ve Cool’un Doğuşu’ isimli programın ayrıntılarını okurken aklıma Mitchum’un, böyle cennet gibi bir adada geçen ‘Beyaz Rahibe’ isimli filmi geldi. Beyazperdede ‘Cool’luğun kitabını yazmış olan aktör, bu filmde de Deborah Kerr ile yine aynı pozisyonda takılıyor. John Huston’ın ‘African Queen’ inden esintiler taşıyan film, baştan sona tabiatın içinde geçer. Ve aynı sevimli-likte olmasına karşın pek tanınmayan ama izlenmeye değer bir filmdir. 2. Dünya Savaşı’nda gemisi batırılan Allison, tesadüfen Japonlara ait bir adaya sürüklenir. Eskiden üs olarak kullanılan ada terk edilmiştir. Kendi imkanlarıyla yaşam mücadelesi vermeye