Ana içeriğe atla

İki Kadın Bir Bank

Bugün  birbirleriyle hiç alakası olmayan birbirini hiç görmemiş iki kadın karşılaştı…

Aylardır izinsiz çalışmanın ve tek izin günüde sevdiği adama saatlerce uğraşarak kek yapmak ve bu kekin aynı gün gerisin geriye tarafıma gönderilmesi yeterince yormuştu beni.
10 gündür kendisinden haber alamamak, arayacağını düşündüğüm günlerde atacağım tripleri planlarken hissizleştirmişti beni.
Oysa ki hiçbir şey planladığım gibi gitmedi. Bu sayede bir kez daha hayatımın özellikle ikili ilişkimin benim ellerimde olmadığını fark ettim
Ondan haber alamayışımın onuncu günü iş hayatımın karmaşası ve geleceğimi göremeyişimin de etkisiyle aldığım nefesler yetmemeye, hücrelerime ulaşamadan karbondioksite dönüşmeye başlamıştı. Ne sonuna kadar açık pencerelerden gelen hava iyileştirebiliyordu beni ne de bahar havasında yayılan turuncu güneş ışıkları. Nedenini hala bilmediğim bir sebeple attım kendimi Cevizlibağ durağına ve yürümeye başladım Zeytinburnu’na doğru, yürüdüm, yürüdükçe nefes aldım. Aldığım her nefes onu, dudağında ki birkaç sevimli çili ve ellerini hatırlattı bana. Özlerine bir daha bakabilecek miyim diye düşündüm içimden.
Başımı çıplak göğsüne koyup kalp atışını yanağımda hissedebilecek miydim?
Günlerce onu suçlarım. Benim emeğimi yok saymıştı. Beni yok saymıştı. Kime anlattıysam hak verdi bana. Hatta onsuz hayatımın planlarını bile yaptılar. Belki ben de yapmış olabilirim.
Ama bu gün attığım her adımda anladım ki belki sandığımdan çok daha fazla önem veriyordu emeğime. Diş tedavisi yüzünden yiyemediği kekleri öpe atmaya kıyamamıştır belki?
Belki başkalarıyla paylaşmayacak kadar kıskandı, sevdi kekleri?
Ona özel olan paylaşmak istemedi hiç kimseyle? O anlık kızgınlıkla keşke dedim. ‘keşke senin için hiç uğraşmasaydım ve göndermeseydim’  Belki de onu birlikteliğimiz boyunca en çok bu sözlerle kırmıştım. Öyle olmalı ki günlerdir benimle iletişim kurmuyor. Bu düşünceler beni sarıp sarmalarken kendimi eski yaşadığım semtte laleler ile süslenmiş bir parkta buldum. Yanından geçip gittiğim kadın ağlıyordu. Gözünde güneş gözlüğü olmasına rağmen bunu anlamak hiç de zor değildi çünkü bir kadın bir kadını anlardı. Duruşundan burnunun üzerindeki kızarıklıktan anlardı hemcinsini.  İç sesimin söylediklerine kulak asmamalı kendi kendime oturup laleleri seyretmeliydim. Ama yapamadım. Önce oturabilir miyim diye sordum ve müsaade ettikten sonra çantamızın ayrı renk oluşundan başlayıp
“Belli ki ağlıyorsunuz. Gözlüğünüz olmasına rağmen anlamak zor değil, siz şanslısınız. Ya ben ne yapayım? Gözlüğüm bile yok. Ama düşündüm ki bi yabancıyla konuşmak belki rahatlatabilir bizi. İnanın benim de sizden bi farkım yok”
Ve böylece ilk muhabbet kuruldu, orada ne kadar süre kaldık ya da ne konuştuk hatırlamıyorum. Hatırladığım tek şey ikimizde o banktan kalkarken gülümsüyorduk. O yukarı doğru yürüdü ben ise aşağıya. Birbirimize numaralarımızı verdik belki bir gün yine bir yerde oturur bu safer fal bakardık birbirimize kim bilir?
O akşam aradım askerdeki sevdiğimi durum tam da tahmin ettiğim gibiydi..

Bunca zamanlık ayrılığa değdi mi diye sorarsanız. Evet değdi, çok da iyi oldu çünkü yıllar sonra ilk kez sesimi duyduğunda heycanlanmıştı..

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Geliyorum Josephine, yıkanma!

Toplumların temizlik anlayışı tarih boyunca değişmiş. Şimdi yaşanan ise küresel ölçekli bir değişim. Modern yaşamı etkisi altına alan hijyen ideolojisi, getirdiği standartlarla doğal ve insani olanı dışlıyor. Katherine Ashenburg Dirt on Clean adlı kitabında temizlik pratiklerini anlatıyor. Her kültürün kendine, pislik ile aşırı titizlik arasında en mükemmel nokta olarak seçtiği bir temizlik anlayışı var. Modern, orta sınıf Kuzey Amerikalılar için "temiz" kelimesi her gün aksatmadan duş almak ve ardından da parfüm sıkmak anlamına geliyor. Oysa 17. yüzyıl aristokrat Fransız erkeği için temizlik, her gün iç çamaşırını değiştirmek, ellerine su serpmek ve vücudunun geri kalanına su ya da sabun değdirmemek anlamına geliyordu. Birinci yüzyılda Romalılar için iki saat ya da daha uzun süreler vücudu farklı sıcaklıklarda suyla ıslatmak, metal bir aletle vücudun terini ve yağını kazımak demekti. Son olarak da tüm vücut yağlanarak temizlenme işi tamamlanıyordu. Her gün, herkes bir a

Knorr salata sosu, fesleğenli ve kekikli - Tarifini açıklıyorum :)

Bir yıl öncesine kadar bu sosu çok tüketiyordum. Salataya çok güzel bir tat katıyor. 4 kaşık su ve 4 kaşık yağ ile sosu karıştırıp salataya döküyorsunuz. Nasıl bir sos ise, insanın salatayı yedikçe yiyesi geliyor. Hatta arkadaşımla abartıp mayonez de sıkarak yiyorduk salatayı. Ne günlerdi... Sonra neden kendim yapmıyorum bu sosu dedim ve ambalajın arkasındaki tarifi aldım. Sanırım hevesim kaçtığı için bir gün bile yapmayı denemedim evde. İlk okuduğumda zerdeçalın ne olduğunu bilmiyordum. Kesin asıl tadı veren baharat budur diye düşünüyordum. Henüz denemedim ama zerdeçalla tanıştım. Fikrim değişmedi; bence hâlâ işin püf noktası zerdeçal ( 2011 notu: Lezzetin potastum glutamattan geldiğini anladım. İnternette biraz araştırırsanız, çin tuzu diye de geçen bu kimyasalın, alınan tatları daha yoğun hissettirdiği belirtiliyor. Fakat aksini söyleyen pek çok kurum olmasına rağmen ben sağlıklı oluşu/güvenilirliği konusunda -hele ki mevzu ticari ürünler olunca- şüpheliyim). İşte tarif: Kurutulm

Heaven Knows, Mr. Allison - Beyaz Rahibe (1957)

Yönetmen: John Huston Oyuncular: Robert Mitchum, Deborah Kerr Süresi: 198 dk. Issız adalar gerek benzersiz egzotik havaları gerekse manzaraları açısından kişinin yalnızlığını en iyi biçimde yansıtmaya uygun görüldüğü için sinemacıların vazgeçilmez mekanlarıdır. Kaç yıldır ‘Lost’u izliyoruz ekranda bir düşünsenize. İstanbul Modern’de gerçekleştirilen ‘Robert Mitchum ve Cool’un Doğuşu’ isimli programın ayrıntılarını okurken aklıma Mitchum’un, böyle cennet gibi bir adada geçen ‘Beyaz Rahibe’ isimli filmi geldi. Beyazperdede ‘Cool’luğun kitabını yazmış olan aktör, bu filmde de Deborah Kerr ile yine aynı pozisyonda takılıyor. John Huston’ın ‘African Queen’ inden esintiler taşıyan film, baştan sona tabiatın içinde geçer. Ve aynı sevimli-likte olmasına karşın pek tanınmayan ama izlenmeye değer bir filmdir. 2. Dünya Savaşı’nda gemisi batırılan Allison, tesadüfen Japonlara ait bir adaya sürüklenir. Eskiden üs olarak kullanılan ada terk edilmiştir. Kendi imkanlarıyla yaşam mücadelesi vermeye