Umut Sarıkaya - Sobalı Ev |
sabah uyandım. odanın dörtte biri su. hemen her vakit yerde olan bilgisayara doğru ilerliyor... halı eme eme çekiyor suyu. priz hafiften yemiş zaten, elektriğe de takılı. şarj aleti desen sırtüstü durmasa o da mefta olacak.
o an abimi nasıl uyandırdığıma göre olayın seyri korku filminden polyanna'nın sinema uyarlamasına doğru kayabilir. "abi, abi kalk su!" desem sıçış ki ne sıçış! abim ilk on dakika ne olduğunu kavramayı bırakıp bağırmaya çağırmaya, küfretmeye başlayacak. "onu da getir bunu da ser" diyerek tecrübeyle sabit bir harp yaşatacak. en iyisi sessiz sessiz işe koyulup belli bir noktasından sonra işin içine dahil etmek... halıyı bir kenera itiyorum, elektrikli aksamları güvenli bir yere yerleştiriyorum. bir havlu bakınıyorum... birazdan okula gitmem gerek, gidemem artık. kaytaracağıma sevinip, su meselesi yüzünden evde başka bir işle ilgilenemeyeceğime üzülüyorum. bütün gün mal mal uğraşırız şimdi.
olayın seyrinin nasıl değişeceğine ilginç bir örnek sakarya'daki ikinci senemde olmuştu. bir gece saat 12'ye gelirken murat sızmış, ben salonun öbür tarafında yatak/kanapemdeyim. o yıl ahmet ayrılmıştı, muratla ikimiz kalıyorduk 300TL/ay'lık evimizde. o evi tutmamızın hikayesi de ayrı bir facia zaten... neyse, sobayla ısınıyoruz, gürül gürül mübarek. dedim ki şu yastığın kılıfı beklemekle kurumaz, bu gece yastıkla yatayım bari, sobanın üstünde kuruturum iki dakikada... yastığın polyester içini sobanın bir metre kenarına koymuşum, kılıfı da sobanın üstündeki klasik kapağımsı demire. hani şu 90 derece açıyla bacaya yaslanıp üstüne maşa konulan kapaktan (bkz. umut sarıkaya'nın sobalı evi). sonra dalmışım 10 dakika kadar. deli ısınmış kılıf, yandı yanacak. fahrenheit 451 hesabı, üstü kahverengiye çalıyor, daha da kullanılmaz. kenarından tutup çekmemle alev alması bir oldu. sönsün diye halat çevirir gibi çevirmeye başladım yanan kumaşı. o an sahne yavaşladı, matrix modunda yavaş çekim izliyoruz olayı... gözüm 1 saniye içinde üç şeye takıldı: birincisi hemen sağımdaki yastığın polyester iç kısmı, yerde dibimde duruyor. salladığım kumaştan bir parça kıvılcım gelse alev alacak. sıçtık dedim içimden. hemen söndürmezsem sağım solum saatli bomba gibi, yerler halıfleks ve halı, polyester, onun hemen yanında perdeler, arkamda kanepe/yatak.. büyük zıçış... ikincisi; hemen salonun öbür yarısında, muratın uyuduğu kanepenin sağındaki çekmeceli komidinin üstündeki plastik sürahi. kapağı sarı renkli ve üstünde ayran karıştırıcı sopa yok. en ucuzu yani. içinde su. bayağı da dolu. komidin zaten çekmeceli oluyor sanırım. demin google'da arattım acaba onun adı komidin miydi diye, aklımda doğru kalmış. sürahideki suyu kullanıp ateşi söndürsem diyorum içimden (kumaş hala çevrilmekte bu arada), sonra diyorum ki "yav içme suyu bu, yazıktır, hem pahalı abi. gidip çeşme suyu doldursam bu içme suyunu nereye boşaltacağım? yav neyse...". üçüncüsü: içme suyunu kullanmamaya karar verdikten sonra hafif soldaki murat'a bakıyorum. uyandırayım bari suyu getirsin. yoksa ben elimde halat çevirir gibi gidersem sağa sola kıvılcım saçılacak. en iyisi o su getirsin...
- murat! murat! kalk olum yangın çıkıyor kalk! şu yanındaki suyu versene, ya da bi' su doldur bea!
uyku sersemi murat'ın gözler belerdi. elinde ateşten bir halka, yüzü profilden düşen ışıklarla acayip şekiller alan bir yaratık ona sesleniyor! kalkacak gibi doğrulurken kilitlendi:
- laan?! anneeee! anneee!!
tırtsı, uçan adam gibi bir sıçrayışta yere yuvarlandı (uçan adam sabri'nin adapazarında (ada) büyüdüğünü ve bizim de olay sırasında adada olduğumuzu hatırlarsak durum bilimsel bir boyutta incelenebilir). sonra kanepenin önünde büzülüp dizlerini kollarıyla karnına çekti. ben de yavaş çekim durumundan sonunda çıkıp kumaşı yere çaldım. terlik merlik basarak söndürdüm. halı ve halıfleks birazcık yandı ama o kadarcık olur artık. o gece insanların yangın dumanından nasıl öldüğünü anladım. inanılmaz bir gri duman odayı sardı. cidden göz gözü göremeyecek kadar. o ara murat biraz kendine gelmişti, hemen camları açtık. başım ağrımaya, uykum gelmeye başladı dumanı soludukça. hayatımda ilk defa bayılacağımı zannettim dumandan. murat aylarca anneee diye değil, e......., e.......... diye bağırdığını iddia etti. birkaç ay sonra evi kapatırken anahtarı alt katta oturan nineye teslim ediyorduk. "yavrum, geçen gece biriniz annee diye mi bağırıyordunuz? kötü bir şey mi olduydu?" dedi. murat'a sırıtarak yandan bir bakış attım.
bütün gün mal mal uğraşırız şimdi... öyle de oldu. abim uyandı, şehir uyandı, site yöneticisi, kapıcı, bilimum tesisatçı ve saz arkadaşları uyandı. apartman birden karınca yuvası gibi hareketlendi. telefonlaşmalar bağırış cümbüş... bir de sorun toptan hallolsa iyi olacaktı ama işler o kadar yavaş işliyor ki, 3 saatte sorunun kaynağı bulunamadı. ara ara sular yeniden basıyor, mutfaktaki boruların sorunu üstlenmesiyle biraz yol katediliyor... hemen ardından alt ve üst kattan da pörtleme haberleri geliyor: "mutfak musluklarından fışkırmış", "bulaşık makinesinden kusmuş", "7. kat komple suymuş"...
parkeler kabarmaya başladı. mayalı hamur gibi şişti, üstüne bindik, mikro dalga koyduk, mini kütüphane, tuğla boyutunda kitaplar... yok, kabardı bir kere. hâlâ üstünde kitaplar.
tabii abim yine sinir stres... sabahtan beri hiçbir şey yememişiz. ben durumu geyiğe vurmaktan başka bir şey yapamıyorum. zaten her türlüsünü görmüşüm: daha önce bu evde aynısı başımıza geldi, diğerinde odayı bok bastı (evet bildiğimiz süzme bok), bir diğerinde eşyalar yüzdü. boklu sulu az şey yaşamadım. daha kötüsü de olsa koymaz artık...
beterin beteri varmış ben öğrendim öyle deme :)
YanıtlaSilBi okutup üfletek seni.. Geçmiş olsun :(
YanıtlaSil