Ana içeriğe atla

Avatar'ın ideolojisi: Okunası bir eleştiri

Üzerine kafa yorulmuş bir yorum olması dolayısıyla dikkate değer bulduğum, okunası bir eleştiri, değerlendirmesi size kalmış...

Kimisi yere göğe sığdıramıyor, kimisi “klişelerle dolu” diye eleştiriyor... Avatar’ın, en azından üç boyutlu görselliği ve müthiş gişe başarısıyla şimdiden sinema tarihine geçtiği bir gerçek. Bense filmin ticari veya estetik başarılarından çok, içeriğiyle ilgiliyim. Acaba hakikaten, mesela Taha Akyol’un dediği gibi, “Sömürgeciliğe yöneltilmiş muhteşem bir insani eleştiri” mi bu film? Yoksa tam aksine, Batı merkezli, tüketimci, kapitalist, militarist, erkek egemen, beyaz ideolojinin yeniden üretimine “şık” bir katkı mı?

James Cameron’ın yönettiği Avatar, gösterime girmesinden 17 gün sonra dünya çapında 1 milyar dolar gişe geliri elde ederek şimdiden tarihe geçti.

Gişedeki başarısı ve günümüz sinemasında yarattığı etki düşünülürse, Avatar’ın En İyi Film dalında Oscar da kazanıp, yüzde 60’ı bilgisayar animasyonlarına dayanan bir eser olarak bir ilke daha imza atacağı öngörülebilir.

Yaklaşık 300 milyon dolara malolan ve pazarlaması için de 150 milyon dolar harcanan bir Hollywood yapımının, sadece sanatsal veya ekonomik saiklerle üretildiğini düşünmek “saflık” olur.

Tamam; Avrupa veya Uzakdoğu toplumlarını esas alan ve zımnen de olsa siyasi mesajlar veren popüler filmler de yapılıyor. Geçmişte analiz etmeye çalıştığım “Ratatouille” (bkz. http://tinyurl.com/ybbdm8o) ve “Ruhların Kaçışı” (http://tinyurl.com/ycd3u9m) bunlardan ikisiydi... Ama işin içine ABD girince durum biraz değişiyor.

Avatar, yönetmeninin de kabul ettiği gibi, bazı siyasal ve toplumsal mesajlar taşıyor. Bunlar, milyonlarca izleyicinin hem bilincine sunuluyor, hem de bilinçaltına taşınıyor. Ne yazık ki bu mesajlar, Cameron’ın savunduğu türden, insanı “özüne dönmeye” davet eden, “kendisiyle ve ekolojik çevreyle barışık olmasını” savunan iyi niyetli mesajlar değil bence.

Peki nasıl mesajlar bunlar?

Gelin, Avatar’a bir de bu açıdan, yâni “ideolojisini” göz önüne alarak bakalım.

* * *

Öncelikle filmi özetleyelim:

İnsanoğlu, 2129 yılında ilk kez Dünya dışında akıllı varlıklar keşfeder. Dünya’ya beş ışık yılı uzaklıktaki Polifemus adlı gezegenin 14 uydusundan biri olan Pandora’da, kendilerine Na’vi adını veren, insandan daha büyük ve güçlü, mavi derili zeki canlılar yaşamaktadır.

Bu insansıların Dünya’daki “yerlileri” andıran bir kabile hayatı sürdüğü Pandora’da, insanoğlunun daha önce bilmediği ve kilosu milyonlarca dolar eden bir maden de keşfedilir. Kısa süre sonra insanoğlu Pandora’yı “sömürgeleştirmeye” başlar.

Pandora’da RDA adlı özel bir şirket tarafından kurulan insan kolonisinde sivil bir yönetim hâkimdir. Bu yönetim, diplomatik çözümler öneren bilimadamları ile güç kullanılmasında ısrarcı olan askerlerin sürekli baskısı altındadır. Teknolojik katkılarıyla koloninin devamını sağlayan bilim ekibi ile insanları dış saldırılardan koruyan askeri ekip arasında bir denge gözetilir.

Bu arada insanoğlunun nefes alamadığı zehirli Pandora atmosferinde özel bir maske kullanılması şarttır. Hem bu nedenle, hem de Na’vilerle arabuluculuk gerektiği için yeni bir teknoloji uygulamaya konur. İnsan DNA’sı ile Na’vi DNA’sı eşleştirilip, laboratuar ortamında melez canlılar yaratılır. Bu “bilinçsiz” bedenler, sadece kendi DNA’larına sahip olan insanlar tarafından “uzaktan kumanda” edilebilmektedir. Bu bedenlere, Hinduizme atıfla “Avatar” denir.

Filmin kahramanı Jake Sully, bacakları felçli eski bir asker olarak 2154 yılında Pandora’ya getirilir ve aslında bilimadamı olan ölmüş ikiz kardeşinin DNA’sından üretilmiş bir avatarın kontrolünü alır. Özel bir cihaz içinde uykuya dalarak uzaktan kumanda ettiği Avatar bedeninde bir tesadüf eseri Na’vilerle tanışmasını, Na’vi prensesine aşık olmasını ve Na’vi yaşamını her yönüyle öğrenmesini film boyunca izleriz.

Sonunda, Pandora’daki madencilik operasyonlarını yürüten RDA, Sully’nin aralarında olduğu, “diplomasiden” yana olan bilim kesminin amaca ulaşmakta yetersiz kaldığına hükmeder. Askeri yöntemin tezlerini kabul eden RDA, tüm zengin maden yataklarını zorla ele geçirmeye karar verir. Na’vilerin yaşadığı bölgeler bombalanır.

Na’vilerin umudunun tükendiği bir anda, artık kendisini onlardan biri olarak kabul ettirmiş bulunan Jake Sully sahneye çıkar. Kabileleri tek başına örgütler, insana ait üstün silah teknolojilerini öğretir ve Na’vilerin Tanrı bildiği “doğa ananın” da desteğiyle sömürgecileri Dünya’ya püskürtür.

* * *

Yönetmen Cameron, Avatar’ın “Irak savaşını ve mekanize savaşın insanlıkdışı doğasını eleştirdiğini” savunup ekliyor: “Belki de doğanın ve diğer canlıların üzerinde keyfimizi sürerken, biraz da düşünmeliyiz.”

Filmin temel konusunun “sömürgecilik” ve “biyoçeşitlilik” olduğu doğru. Ancak ben, ortalama bir sinema izleyicisinin, Cameron’ın verdiğini iddia ettiği mesajları almadığını düşünüyorum. Zira Avatar, ABD’nin bugün Obama Yönetimi ile birlikte yeniden estetize edilen “resmi söyleminin” dışında hiçbir şey söylemiyor.

Benzeri görülmemiş özel efektlere dayanan üç boyutlu muazzam görselliği bir kenara, defalarca yazıldığı gibi, Son Mohikan’dan Kurtlarla Dans’a dek uzanan onca eski filmin klişelerini tekrarlayan bir film Avatar.

Ama bu klişeler bilinçli olarak tekrarlanıyor, zira egemen ideolojiye ait söylem son 50 yıldır yalnızca biçimsel olarak değişti. Amerikan kültür endüstrisi, içeriğinin özünde aynı kalan bu söylemi yeniden üretip duruyor.

Avatar, milyarlarca insana aynı fantaziyi dayatıyor: Batılı, Beyaz, Hristiyan, orta sınıf erkeğin fantazisi...

İster “gizli ırkçı” deyin, ister açıkça “maço,” bu çarpık fantaziye dayanan ve filmin kasten zayıf bırakılmış senaryosundan çıkan siyasi mesajlar bence şunlar:

  • Temel fantazi, Batılı beyazların tarihi suçluluk duygusuyla ilgili. Örneğin Kızılderililerin nasıl soykırıma uğratıldığı, Amerika’nın el değmemiş doğasının sanayileşmeyle mahvedildiği, vs...
  • Pandora’daki “paralı askerler” acımasız. Özellikle de filmin kötü adamı, Albay Quaritch. İnsan gerçek dünyadaki Blackwater’ı düşünmeden edemiyor...
  • Ama filmi, paralı askerlerin değil, Amerikalı bir “gazinin” bakış açısından izliyoruz. Üstelik Amerikan ordusu içinde, Michelle Rodriguez’in oynadığı kadın pilot karakteri gibi başka “iyilerin” de olduğunu ve sonunda bunların isteklerinin gerçekleştiği mesajı beynimize kazınıyor.
  • Fakat iyi olmak bile, topluma içeriden muhalefet etmeye yetmiyor. Yâni Jake kendi içinde bulunduğu düzeni zorlamak yerine, çareyi ondan kaçmakta, “ötekine” sığınmakta ve sonunda “ötekini” dönüştürmekte buluyor.
  • Kim mi öteki? Kızılderili, Amazon, Doğu Afrika ve Güneydoğu Asya yerlilerini andıran çeşitli motiflerden esinlenerek yaratılmış Na’viler. Zaten Na’vi karakterlerinin bilgisayar animasyonlarına aktarılması için kullanılan “gerçek” aktörlerin büyük bölümü siyah. Kızılderili kökenli bir aktör olarak Wes Studi de dikkat çekiyor.
  • Yerli Na’vilere kendisini kabul ettiren beyaz, herhalde onlardan daha akıllı, daha tecrübeli ve daha cesur olduğu için liderliği eline alıp onları zafere taşıyor. Jake sonunda Na’vilerin tarihine ait bir hikâyeyi, kendi hikâyesi, daha doğrusu beyaz Amerikalıların hikâyesi haline getiriyor.
  • Ama “kötü” beyazları kesin olarak bozguna uğratmak için bu da yeterli değil. Öyle ya, yerliler asla, hatta “iyi” bir beyazın liderliğinde bile yalnız başlarına “üstün” beyazları yenemezler. Bizzat Tanrı’nın kendileri lehine devreye girmesi, “ebabilleri” düşman üstüne salması şarttır.
  • Yerliler, son teknoloji ürünü makineli tüfeklere karşı yay ve ok kullanmakta ve böyle böyle soykırıma uğramakta inatçı. Cameron’un sözde, sanayileşmeye karşı verdiği mesaj da işte bu. Hiç kimsenin inandırıcı bulmayacağı, ikiyüzlü bir mesaj: “Kendimizi savunamayacak duruma gelsek de doğaya dönmeliyiz.”
  • Peki filme göre yerlilerin, insan ve doğaya dair “büyük” mesajı nedir? “Tüm canlılar arasında doğal bir enerji ağı var. Ağacı hisset.” Allahaşkına, bu nasıl bir yüzeysellik böyle? Bırakın birini doğal yaşama özendirmeyi, en hakiki New Age’cileri, ekolojistleri bile kendinden soğutur...
  • Üstelik avcı-toplayıcı bu yerliler, eşitliğe dayalı “doğal” bir toplum düzeni de kurmamıştır. Bir kabile hiyerarşisi mevcuttur. Vezir konumundaki şaman bir kadın olsa da, başroldeki karakterin yaşadıklarından da anladığımız gibi bu da bir “erkek toplumudur.”

* * *

Sonuca bağlayalım:

Dolar milyarderi Cameron, mevcut düzene (tüketimci-kapitalist) karşı neredeyse “ideolojik eleştiri” içeren bir film yaptığı iddiasında. Oysa bu tür bir eleştirinin olmazsa olmaz şartı, mevcut düzendeki “tahakküm ilişkisini” ortaya koyması, dolayısıyla alternatif bir çözüm sunmasıdır.

Hâlbuki Avatar, ırkçılıktan erkek egemenliğine dek Batı kapitalizminin tüm sorunlarını “eleştirir gibi” yapıp meşrulaştırıyor. Dolayısıyla el altından yaptığı şey bir “ideoloji eleştirisi” değil, “ideolojik mistifikasyon.”

Üstelik içerikle verilen bu “çarpık bilinç”, biçimle de destekleniyor. Çünkü film, sözde eleştirdiği sanayi toplumu sayesinde elde edilen teknolojik imkânlardan güç alıyor. Bu haliyle, Amerikan “askeri eğlence kompleksinin” nadide bir parçası haline geliveriyor.

Film, bütün dünya kamuoyuna 150 yıl sonra bile ABD’nin gezegenleri sömürgeleştirecek kadar güçlü kalacağı gibi gayet emperyalist bir bilinçaltı mesaj verirken, kendi halkını da “siyasi gerçeklikten” uzaklaştırmayı başarıyor.

Filmdeki iki askerin, daha önce Nijerya ve Venezüela’da savaştıklarını söylediklerini, yani belki de Beyaz Saray’ın halkını gerçek dünyadaki yeni işgallere hazırlamaya sinemada başladığını belirtelim.

Ve Avatar’ı ABD’de izleyen Ekşi Sözlük’ten guru’nun şu gözlemiyle bitirelim:

Hıncahınç dolu bir salonda, film başlamadan evvel reklam arasında, National Guard’ın (ABD ordusunun yedek birlikleri) eleman almak için yayınladığı ve “Our nation” (Ulusumuz), “I am not gonna fail” (Başarısızlığa uğramayacağım), “I will never accept defeat” (Yenilgiyi asla kabul etmeyeceğim), “God bless America” (Tanrı Amerika’yı kutsasın) gibi cümlelerle dolu tanıtım filmi gösterildi. Bu tanıtım filmi ile gaza gelen insanlar gördüm. Film, ABD’nin Irak serüvenine belki de en güzel göndermelerden birini yapıyordu. Bu parallellikleri kuramamak için ciddi anlamda gerizekalı ya da cahil olmak lazım. Aynı kişiler, filmin bitiminde, ‘insanlar’ gezegenden sürülüp Dünya’ya geri gönderilirken alkışlıyordu. Bu Amerikalılar aptal mı, cahil mi, bilemiyorum. Ama çocuk ruhlu oldukları ve çok kolay manipule edilebildikleri kesin.”

05.01.2010

Emre Kızılkaya, Hürriyet

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Geliyorum Josephine, yıkanma!

Toplumların temizlik anlayışı tarih boyunca değişmiş. Şimdi yaşanan ise küresel ölçekli bir değişim. Modern yaşamı etkisi altına alan hijyen ideolojisi, getirdiği standartlarla doğal ve insani olanı dışlıyor. Katherine Ashenburg Dirt on Clean adlı kitabında temizlik pratiklerini anlatıyor. Her kültürün kendine, pislik ile aşırı titizlik arasında en mükemmel nokta olarak seçtiği bir temizlik anlayışı var. Modern, orta sınıf Kuzey Amerikalılar için "temiz" kelimesi her gün aksatmadan duş almak ve ardından da parfüm sıkmak anlamına geliyor. Oysa 17. yüzyıl aristokrat Fransız erkeği için temizlik, her gün iç çamaşırını değiştirmek, ellerine su serpmek ve vücudunun geri kalanına su ya da sabun değdirmemek anlamına geliyordu. Birinci yüzyılda Romalılar için iki saat ya da daha uzun süreler vücudu farklı sıcaklıklarda suyla ıslatmak, metal bir aletle vücudun terini ve yağını kazımak demekti. Son olarak da tüm vücut yağlanarak temizlenme işi tamamlanıyordu. Her gün, herkes bir a

Knorr salata sosu, fesleğenli ve kekikli - Tarifini açıklıyorum :)

Bir yıl öncesine kadar bu sosu çok tüketiyordum. Salataya çok güzel bir tat katıyor. 4 kaşık su ve 4 kaşık yağ ile sosu karıştırıp salataya döküyorsunuz. Nasıl bir sos ise, insanın salatayı yedikçe yiyesi geliyor. Hatta arkadaşımla abartıp mayonez de sıkarak yiyorduk salatayı. Ne günlerdi... Sonra neden kendim yapmıyorum bu sosu dedim ve ambalajın arkasındaki tarifi aldım. Sanırım hevesim kaçtığı için bir gün bile yapmayı denemedim evde. İlk okuduğumda zerdeçalın ne olduğunu bilmiyordum. Kesin asıl tadı veren baharat budur diye düşünüyordum. Henüz denemedim ama zerdeçalla tanıştım. Fikrim değişmedi; bence hâlâ işin püf noktası zerdeçal ( 2011 notu: Lezzetin potastum glutamattan geldiğini anladım. İnternette biraz araştırırsanız, çin tuzu diye de geçen bu kimyasalın, alınan tatları daha yoğun hissettirdiği belirtiliyor. Fakat aksini söyleyen pek çok kurum olmasına rağmen ben sağlıklı oluşu/güvenilirliği konusunda -hele ki mevzu ticari ürünler olunca- şüpheliyim). İşte tarif: Kurutulm

Heaven Knows, Mr. Allison - Beyaz Rahibe (1957)

Yönetmen: John Huston Oyuncular: Robert Mitchum, Deborah Kerr Süresi: 198 dk. Issız adalar gerek benzersiz egzotik havaları gerekse manzaraları açısından kişinin yalnızlığını en iyi biçimde yansıtmaya uygun görüldüğü için sinemacıların vazgeçilmez mekanlarıdır. Kaç yıldır ‘Lost’u izliyoruz ekranda bir düşünsenize. İstanbul Modern’de gerçekleştirilen ‘Robert Mitchum ve Cool’un Doğuşu’ isimli programın ayrıntılarını okurken aklıma Mitchum’un, böyle cennet gibi bir adada geçen ‘Beyaz Rahibe’ isimli filmi geldi. Beyazperdede ‘Cool’luğun kitabını yazmış olan aktör, bu filmde de Deborah Kerr ile yine aynı pozisyonda takılıyor. John Huston’ın ‘African Queen’ inden esintiler taşıyan film, baştan sona tabiatın içinde geçer. Ve aynı sevimli-likte olmasına karşın pek tanınmayan ama izlenmeye değer bir filmdir. 2. Dünya Savaşı’nda gemisi batırılan Allison, tesadüfen Japonlara ait bir adaya sürüklenir. Eskiden üs olarak kullanılan ada terk edilmiştir. Kendi imkanlarıyla yaşam mücadelesi vermeye