Ana içeriğe atla

Arto Tunçboyacıyan: Benim dinim doğa, ırkım insanlık

Dünyaca ünlü müzisyen Arto Tunçboyacıyan, 1 kasım cumartesi akşamı, ‘Continental Breakfeast’ başlıklı konserle İstanbullu dinleyicilerin karşısına çıkacak. Afrikalı müzisyenler Aly Keita ve Aziz Sahmaoui ile sahne alacak olan Tunçboyacıyan’la müzik ve yaşam hakkında konuştuk.

Her insanın yüzü bir hikâye anlatır. Eğer yüzleri okumayı biliyorsanız o yüzlerde gizlenen hikâyeler de görünür olur sizin için. Bakışlarından hüzün, acı ve insan sevgisiyle beslenen renkli ışıklar dökülen bir adamla konuştum dün. Hayatı ve yaşadıklarını seslerle ifade eden o adam Arto Tunçboyacıyan’dı ve o sadece bakışlarıyla değil, sözleriyle de anlattı bana hikâyesini.

Arto Tunçboyacıyan’ın ismini ilk duyduğumda küçük bir çocuktum. Sezen Aksu’nun albümlerinde perküsyon çalan ve besteleriyle Aksu’nun albümlerine katkıda bulunan biri olarak tanımıştım onu. Sonra dünya çapında ünlü bir perküsyonist olduğunu ve içlerinde Al Di Meola, Miles Davis, Jeff Baker gibi isimlerin de yer aldığı sanatçılarla ortak çalışmalar yaptığını öğrendim. Ancak beni Arto Tunçboyacıyan’a ve hikâyesine asıl yaklaştıran 10 ya da 11 yıl önce Yeni Yüzyıl gazetesinde okuduğum bir Ahmet Altan yazısı oldu. Daha sonra Ve Kırar Göğsüne Bastırırken kitabında da yer verilen yazıda Tunçboyacıyan’ın askerlik yaptığı esnada başından geçen bir olaydan da söz ediliyordu. Komutanı Arto Tunçboyacıyan’ın adını Arif olarak değitirmek istemiş Tunçboyacıyan bunu kabul etmeyince de aylarca süren baskılara maruz kalmıştı. Sanırım ilk kez o zaman anladım Türkiye’de bir Ermeni olmanın ne kadar zor bir şey olduğunu ve bazı insanların sırf etnik kimliklerinden dolayı benim o güne dek bildiklerimin dışında bir hayat yaşamak zorunda kaldıklarını.

Hayal kırıklıklarını, umutlarını, yüreğinde geniş bir yer kaplayan insan sevgisini seslere dönüştüren Arto Tunçboyacıyan 1 kasım cumartesi akşamı Afrikalı müzisyenlerle birlikte konser verecek Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda. Continental Breakfest başlıklı konserde Tunçboyacıyan’ın dışında balafoncu Aly Keita, perküsyon gembri ve vokalleriyle ise Aziz Sahmaoui sanatseverlerin karşısına çıkacak. Bu arada bilmeyenler için balafonun vurmalı bir Afrika çalgısı, gembrinin ise yine Afrika’ya özgü üç telli bir enstrüman olduğunu hatırlatmakta yarar var. Arto Tunçboyacıyan’ın yaptığı müziğin kökü Anadolu topraklarında ancak o, değişik kültürlerden gelen müzisyenlerle ortak çalışmalarda yapıyor; aynı Continental Breakfest gibi.

Sohbetimiz sırasında hem Keita’nın hem de Sahmaoui’nin kendi alanlarında tanınmış müzisyenler olduklarını söylüyor Tunçboyacıyan ve Aly Keita’nın 600 senedir balafon çalan bir aileden geldiğini de sözlerine ekliyor.

HAYATTA KALABİLMEK
Arto Tunçboyacıyan’ın çocukluğu Kumkapı, Gedikpaşa, Florya, Kireçburnu ve Kurtuluş’ta geçmiş. Babası Setrak Bey kunduracı, annesi Valentin hanım ise ev hanımıymış. İki çocuğuna anne ve babasının ismini verecek önemli bir yeri var ailesinin Arto Tunçboyacıyan’ın yaşamında. Abisi Onno Tunç’un yeri ise çok başka. Öyle ki her fırsatta ondan söz ediyor ve Onno Tunç’un adını her andığında Arto’nun gözlerinin önünden sevgi, özlem ve hüzün yüklü bulutların geçtiğini görebiliyorum. Yoksulmuş Arto Tunçboyacıyan’ın ailesi. Gedikpaşa’da elektriği ve suyu olmayan tek odalı bir evde yaşamışlar uzun zaman. Bu yüzden hayatta kalmayı henüz küçücük bir çocukken öğrenmiş. Gazete, mendil satmış, Taksim – Sarıyer dolmuşlarında muavinlik yapmış. Bir dönem, okulda çok başarılı olamayan hemen her Ermeni çocuğunun yaptığı gibi Kapalıçarşı’daki bir kuyumcunun yanına çırak olarak girmiş. Çocukluğundan söz ederken “Ermenilerin çoğunda her ne şekilde olursa olsun hayatta kalma güdüsü vardır. Çocukluğumda yaşadığım maddi zorluklar benim hayatta kalabilme yeteneğimin gelişmesine neden oldu” diyor Arto Tunçboyacıyan. Bir gün, satmak için aldığı 25 tane gazete elinde kalmış Arto’nun: “25 tane gazete aldım gidiyorum. Bir baktım Onno’nun Ajda Pekkan’ın doğum gününde çekilmiş bir fotoğrafı var gazetede. Onno ve Üstün Poyraz orkestrada çalıyorlar. Elim ayağım titredi görünce. Hemen babamın dükkânına koştum. Babam bütün gazeteleri kunduracı dükkânının duvarına yapıştırdı. Satamadım yani gazeteleri.” Abisi Onno Tunç müzisyenlikten para kazanmaya başlayınca Kurtuluş’ta sobalı bir ev kiralamış ve oraya taşınmışlar.

SOKAK İSİMLERİ
Tunçboyacıyan’ın babası Sivas Gürünlü, annesi ise Çorum’un Sungurlu ilçesinden. Çoğu Ermeni ailesi gibi 1915’te yaşanan trajik olaylardan sonra göç etmiş Arto Tunçboyacıyan’ın ataları Anadolu’dan:“Anneannem Amasya’dan 1915’ten sonra ayrılmış. İki çocuğu varmış o sırada. Dedemle anneannem evlenmeden önce ikisinin de ayrı ayrı aileleri varmış. Dedem de o dönemde kaybetmiş ailesini. Anneannem kağnı arabasıyla Amasya’dan yola çıkıyor. Sonra kağnıyı taşıyan öküz ölüyor ve arabacı onu yarı yolda arabadan indiriyor. Tabii para karşılığında götürüyor adam onu. Yolculuk sırasında bir kız çocuğunun açlıktan toprak yediğine ve sonra öldüğüne şahit oluyor anneannem. Tabii bu sadece bir örnek. Daha neler var. Dedemde eşini ve çocukları soykırım döneminde kaybediyor sonra anneannemle birbirlerini bulup evleniyorlar.”

Arto Tunçboyacıyan’ın Türkiye ve Ermenistan hakkındaki kıyaslaması ise şöyle: “Türkiye’deki sokak, cadde isimlerine bak: Bozkurt Caddesi, Ergenekon Caddesi, Talat Paşa Bulvarı… Ama Ermenistan’a gittiğinde görüyorsun ki GomiDas, Sayat Nova gibi sanatçıların adlarını vermişler caddelere. İşte bu insanları kültüre ve sanata teşvik eden bir mantalite, anladın? Bak ben İstanbul’da Ermeni Okulu’nda okudum. Türk tarihi de okuduk orada. Türk tarihinde bize Ermeni milletinin ne kadar kötü ve Türk düşmanı olduğunu anlattılar. Öyle bir şok yaşıyorsun ki okula gidip Ermenilerin ‘ne kadar kötü olduğunu’ öğrendiğinde, damgalanmış gibi hissediyorsun kendini. Osmanlı ile Türkiye Cumhuriyeti arasındaki fark bu işte: Osmanlı din, ırk ayrımı yapmadan kültür ve beceri kimsedeyse ona değer ve iş veriyor.”

ONNO VE MÜZİK
Müziğe Onno Tunç’un yönlendirmesiyle başlamış Arto Tunçboyacıyan. Yoksa futbolla da arası çok iyiymiş, saatlerce top peşinde koştururmuş arkadaşlarıyla birlikte sokaklarda. “Onno saatlerce odaya kapanır ve çıkmazdı. İçeriden müzik sesleri gelirdi. Merak ederdim tabii ne yapıyor diye. Ama rahatsız etmemek için odaya da giremezdim. Bu da merakımı daha da arttırırdı. Onno bu ilgimi görünce çalıştığı yere, Lalezar’a, götürdü bir gün beni. 9-10 yaşlarındayım o zaman. Orada bir davul vardı. Gittim davulu elime alıp çalmaya başladım. Ama davul benden büyük. Bu arada orkestradakilerde dahil olmak üzere herkes gülüyor. Benim de keyfim yerinde. Bir de para verdiler üstüne ki, ben o parayı bir ayda zor kazanıyordum. O zaman dedim ki işte budur. Ben okula falan gitmiyorum. Ondan sonra kavga başladı. Akşamları kaçıyorum evden. Okula gitmek istememeye başladım. ‘Ben aradığımı buldum neden okula gideyim artık’ diye düşünüyorum. O sırada Burhan Tonguç orkestrada davulcuydu. Onno’ya dedi ki bu adamı bana ver bunda bir anormallik var. 11 yaşında profesyonel olarak başladım müziğe. Ondan sonra Grup Metronom ’la çalışmaya başladım. Solistimiz Mine Koşan’dı. Ben müziği aynı zamanda hobi olarak da seçtim. Çünkü o dönemde Türkiye’de istediğin müziği yapamazdın. Şahsi fikrini söylediğinde seni kabul edebilecek bir sistem de yoktu. Politik olaylar yüzünden sırf Ermeni olduğumuz bizim gırtlağımıza da basılınca köşeye sıkıştık. Bir de 1977- 1979 arasında Erzincan’da askerlik yaptım orada yaşadıklarım tuz biber ekti üstüne. Ondan sonra Türkiye’den gitmek zorunda kaldım.

“MAYDANOZ İSİMLER”
Askerlik mevzusu bir kere açıldı ya Arto başlıyor anlatmaya: “Askerlikte komutanım adımın Arto olduğunu duyunca ‘Ordu komutanı böyle maydanoz isimlerden hoşlanmaz. O yüzden senin adın bundan sonra Arif olacak’ dedi. Maydanoz olduğumuzu da askerde öğrendik yani. Direkt ordu komutanından duymadım o lafı ama bana öyle ilettiler. Sonuçta bana böyle bir şey söyleme cesaretini bulabiliyorlarsa o zaman herkeste bir sorumluluk var. ‘Her Türk asker doğar’ deniyor mesela. Bu cümle Ermenistan sınırında da yazıyor. Ben de gittim Ermenistan sınırına Türkçe olarak oradan topladığım taşlarla “Her Ermeni İnsan Doğar” yazdım. Ben her Türk’e sorarım: ‘Siz asker olarak mı doğmak istersiniz, yoksa insan olarak mı?’ Askerlik bir seçenek, bir meslek. Yoksa hangi insan kendi vatanını korumak istemez? Bir de sanki sadece askerler bu ülkenin koruyucularıymış gibi bir hava yaratılıyor. Halbuki ne ilgisi var. Ben de bu toprakları vebu topraklarda yaşayan insanları en az onlar kadar seviyorum. Şiddetle bir problemi halledemezsin. Eğer şiddetle her problemi çözeceğine inanırsan senin mesleğin saygınlığını kaybeder insanların gözünde. En önemlisi insan olmak. O yüzden ‘Ne mutlu insanım diyene’. Din, ırk, farklı kültürler hayatın tuzu biberi. Benim dinim doğa, ırkım insanlık. Ermeniliğim ise baharat. Daha iyi değil mi çeşitli lezzetlerle hayatı zenginleştirmek.Herkesin lezzeti aynı olsaydı ne kadar tatsız tuzsuz olurdu hayat. Ama en önemlisi insan olmak. Sen insan olamadıktan sonra Türk olsan ne olur, Ermeni olsan ne olur?”

Şiddetin hiçbir sorunu çözemeyeceğini vurgulayan Tunçboyacıyan, Türkiye’nin Kürt politikası hakkında ise şöyle konuşuyor: “Kuzey Irak ya da Kürtlerin yaşadığı başka bölgeler bombalanmaya devam edildiği müddetçe Diyarbakır’daki veya buradaki Kürtler daha çok nefret etmeyecekler mi devletten?Bomba atınca sorunların biteceğini bilsem alayım bir bomba da ben atayım. Ama sorun böyle çözülmez ki… Bugün bizden 19 kişi öldü, onlardan 30 kişi deniyor ve bununla övünülüyor. Soruyorum böyle konuşanlara:İnsanlığın kilosu kaç para dünya borsalarında?”

AMERİKA GÜNLERİ
Amerika’ya gittikten sonra çocukluğunda iş hayatında edindiği deneyimlerin faydası olmuşTunçboyacıyan’a. “Hani demiştim ya çocukluğumda her koşulda ayakta kalabilmeyi öğrendim diye. O tecrübeler bana yardımcı oldu. Sokak müzisyenliği yaptım bir dönem ve benim için büyük bir yıkım olmadı bu. Bunun dışında sandviç de sattım. Ben Amerika’ya Charlie olmaya gitmedim. Zaten orada milyonlarca Charlie var. Ben kökleri bu topraklarda olan müziğimi yapmaya gittim oraya.

Müzikle ilgilenenler bilirler Arto Tunçboyacıyan’ın da kurucuları arasında yer aldığı Night Ark Grubu’nun, Ermeni müziğini jazz armonileriyle harmanlıyor. Arto Tunçboyacıyan Night Ark’ın nasıl kurulduğundan da söz etti: “Suren Baronyan’ın Taksim diye bir grubu vardı Amerika’da. Bak onun da çok ilginç bir hikâyesi var: 1915’ten sonra Suren’in annesiyle babası kaybediyorlar birbirlerini; biri Beyrut’a, diğeri Yunanistan’a gidiyor. 23 sene sonra Amerika’da buluşuyorlar ve Suren Baronyan’ın bir kız kardeşi oluyor. 23 yaş fark var bu yüzden kız kardeşiyle arasında. Bana Suren’in grubuna gitmemi tavsiye etmişlerdi. Ara Dinkçiyan’da oraya geldi. Orada tanıştık Ara’yla. Ara’nın ailesi de Anadolulu, Diyarbakırlı. Benim de, onun da müzikle ilgili fikirlerimiz vardı. Birlikte Night Ark’ı kurmaya karar verdik. Sonra Armen Donelyan ve Marc Johnson’da katıldı bize. Birkaç yıldır Night Ark olarak çalışma yapmıyorduk ama sanırım önümüzdeki sene yeniden başlayacağız.”

SYSTEM OF DOWN
Arto Tunçboyacıyan ilk olarak 1998 yılında Ermenistan’a gitmiş ve o yıl içinde Ermenistanlı müzisyenlerden oluşan Armenian Navy Band’i(Ermeni Bahriye Bandosu) kurmuş. Henüz oraya varmadan önce aklındaymış böyle bir topluluk kurmak. Denizi olmayan küçük Ermenistan’ın bahriyelileriyle dünyanın birçok yerinde konser vermişler ve Türkiye’ye de gelmişler defalarca. Yaşar Kurt’la birlikte yaptıkları YASH-AR projesi ise meyvelerini vermeye devam ediyor: “Yaşar’la birbirimizi anlayabiliyoruz, oturup rahat rahat konuşabiliyoruz. Ben Yaşar’ın yüzüne bakınca babamı görüyorum. Çok benzetiyorum onu babama. Yaşar’la birlikte yaptığımız albüm önümüzdeki günlerde piyasaya çıkacak. Albümün adı ise Nefrete Kine Karşı olacak.” Albüme adını veren şarkının ise Hrant Dink cinayeti ve şiddet hakkında olduğunu öğreniyoruz Tunçboyacıyan’dan.

Arto Tunçboyacıyan’ın yeğeni Ayda Tunçboyacı bir keman sanatçısı. Zaman zaman yeğeniyle birlikte ortak projelerde yer aldıklarını ve Sezen Aksu’nun Deniz Yıldızı albümünün bunlardan biri olduğunu ifade ediyor Arto Tunçboyacıyan. “Ayda’nın harika besteleri var. 10-15 senedir onunla kavga ediyorum bestelerini ortaya çıkarmıyor diye. Babasını yaşatabilecek tek kişi o. Çünkü yazdığı seslerin içinde babası var. Onun bestelerini ortaya çıkarmasını bekliyorum. Bu, benim hayallerimden biri.”

Arto Tunçboyacıyan, System of Down grubuyla da ortak çalışmalar yaptı. Geçen yıl System of Down’ın Holy Mountains isimli şarkısı için grubun bir hayranının çektiği Atatürk görüntülerini içeren klip Türkiye’de tepkiyle karşılanmıştı. Tunçboyacıyan’a bu konuyu da sorduk: “System of Down’dakiler kendi yaşadıkları, duydukları, etkilendikleri olayları anlatıyorlar. Yoksa Türkler’le bir dertleri yok. Bir konserlerinde biletlerin arkasına ‘Köpekler ve Türkler’ yazdıkları yönündeki bilgide yalan. Türk bayrağı yaktıkları da yalan. Ben bunlarla ilgili tüm dokümanları getirdim geçen sene Türkiye’ye ama kimse cesaret edemedi bunları yayınlamaya. Çünkü hepsi yalan. System of Down için olay yaratanlar bugün Türkiye’ye en çok zarar veren kişiler. Türkiye’ye zarar verenler ne Kürtler ne de Ermeniler. Türkiye’ye en büyük zararı bugüne kadar bu ülkeyi yöneten insanlar verdiler. System of Down üyeleri fikirlerini müzikleriyle anlatıyorlar. Bırakın anlatsınlar. Aynı şekilde bir Türk müzik grubu da Ermeniler hakkındaki fikirlerini söyleyebilir. Önemli olan konuşabilmek. Zaten köpeklerle insanlar arasındaki fark bu. İnsanlar oturup birbirleriyle konuşabilmeli.”

Özlem Ertan, Taraf, 31.10.2008

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Geliyorum Josephine, yıkanma!

Toplumların temizlik anlayışı tarih boyunca değişmiş. Şimdi yaşanan ise küresel ölçekli bir değişim. Modern yaşamı etkisi altına alan hijyen ideolojisi, getirdiği standartlarla doğal ve insani olanı dışlıyor. Katherine Ashenburg Dirt on Clean adlı kitabında temizlik pratiklerini anlatıyor. Her kültürün kendine, pislik ile aşırı titizlik arasında en mükemmel nokta olarak seçtiği bir temizlik anlayışı var. Modern, orta sınıf Kuzey Amerikalılar için "temiz" kelimesi her gün aksatmadan duş almak ve ardından da parfüm sıkmak anlamına geliyor. Oysa 17. yüzyıl aristokrat Fransız erkeği için temizlik, her gün iç çamaşırını değiştirmek, ellerine su serpmek ve vücudunun geri kalanına su ya da sabun değdirmemek anlamına geliyordu. Birinci yüzyılda Romalılar için iki saat ya da daha uzun süreler vücudu farklı sıcaklıklarda suyla ıslatmak, metal bir aletle vücudun terini ve yağını kazımak demekti. Son olarak da tüm vücut yağlanarak temizlenme işi tamamlanıyordu. Her gün, herkes bir a

Knorr salata sosu, fesleğenli ve kekikli - Tarifini açıklıyorum :)

Bir yıl öncesine kadar bu sosu çok tüketiyordum. Salataya çok güzel bir tat katıyor. 4 kaşık su ve 4 kaşık yağ ile sosu karıştırıp salataya döküyorsunuz. Nasıl bir sos ise, insanın salatayı yedikçe yiyesi geliyor. Hatta arkadaşımla abartıp mayonez de sıkarak yiyorduk salatayı. Ne günlerdi... Sonra neden kendim yapmıyorum bu sosu dedim ve ambalajın arkasındaki tarifi aldım. Sanırım hevesim kaçtığı için bir gün bile yapmayı denemedim evde. İlk okuduğumda zerdeçalın ne olduğunu bilmiyordum. Kesin asıl tadı veren baharat budur diye düşünüyordum. Henüz denemedim ama zerdeçalla tanıştım. Fikrim değişmedi; bence hâlâ işin püf noktası zerdeçal ( 2011 notu: Lezzetin potastum glutamattan geldiğini anladım. İnternette biraz araştırırsanız, çin tuzu diye de geçen bu kimyasalın, alınan tatları daha yoğun hissettirdiği belirtiliyor. Fakat aksini söyleyen pek çok kurum olmasına rağmen ben sağlıklı oluşu/güvenilirliği konusunda -hele ki mevzu ticari ürünler olunca- şüpheliyim). İşte tarif: Kurutulm

Heaven Knows, Mr. Allison - Beyaz Rahibe (1957)

Yönetmen: John Huston Oyuncular: Robert Mitchum, Deborah Kerr Süresi: 198 dk. Issız adalar gerek benzersiz egzotik havaları gerekse manzaraları açısından kişinin yalnızlığını en iyi biçimde yansıtmaya uygun görüldüğü için sinemacıların vazgeçilmez mekanlarıdır. Kaç yıldır ‘Lost’u izliyoruz ekranda bir düşünsenize. İstanbul Modern’de gerçekleştirilen ‘Robert Mitchum ve Cool’un Doğuşu’ isimli programın ayrıntılarını okurken aklıma Mitchum’un, böyle cennet gibi bir adada geçen ‘Beyaz Rahibe’ isimli filmi geldi. Beyazperdede ‘Cool’luğun kitabını yazmış olan aktör, bu filmde de Deborah Kerr ile yine aynı pozisyonda takılıyor. John Huston’ın ‘African Queen’ inden esintiler taşıyan film, baştan sona tabiatın içinde geçer. Ve aynı sevimli-likte olmasına karşın pek tanınmayan ama izlenmeye değer bir filmdir. 2. Dünya Savaşı’nda gemisi batırılan Allison, tesadüfen Japonlara ait bir adaya sürüklenir. Eskiden üs olarak kullanılan ada terk edilmiştir. Kendi imkanlarıyla yaşam mücadelesi vermeye