Ana içeriğe atla

Damak tadında doğulu zarâfet: Japon mutfağı

Bundan henüz 15-20 yıl önce Japon mutfağı hakkında birşeyler bilen çok az insan vardı Avrupa’da. Doğan güneşin yurdu ‘Nippon’, ekonomisi ve teknolojisinin yanısıra mutfağıyla da adını dünyaya gün gectikce daha çok duyuruyor.

Japonların mutfağı deneye açık. Japonlar dünya mutfak literatürüne suşi, saşimi, miso, tofu ve tenfura gibi sözcükleri kazandırdı. Japonya çeşitli adalardan oluşan bir ülke olduğu için doğal olarak balık ve deniz ürünleri, beslenmede önemli bir yer tutuyor. Bunların arasında da uluslararası üne sahip suşi ve saşimi var. Nedir suşi ve avanesi saşimi? Suşi üç komponentten oluşuyor: Mizudaki denen sirkeli pirinç pilavı, çiğ balık ve bunları sarma amaçıyla kullanılan deniz yosunu nori. Saşimiyi, suşiden ayıran en büyük fark pirinçsiz servis edilmesi.

Yıllardır Japonya’da yaşayan aslen dişhekimi olan ve boş zamanlarında Japonlara Türk Mutfağı’nı tanıtma gibi kültürel bir misyonu da üstlenmiş olan bayan Esra Gündüz orada yaşayan, ülkeyi ziyarete gelen Türklerin yeme içme konusunda genelde bazı sıkıntılar çektiğini ama suşi veya saşimi yerken pek zorlanmadıklarını söylüyor:
“Türklerin bence zorlandığı şey şu: Türkiye’de çok fazla deniz ürünü tüketmiyoruz. Burada mesela yosun da yeniyor; kokusuna alışması belki biraz zor oluyor en başta. Suşi dediğimiz, üzerinde çiğ balık olan pirinç toplarını Türkler yiyebiliyor. Hâttâ birçok türk ilk yediğinde lezzetli buluyor bunları. Saşimi ise tamamen çig balık oluyor. Bir de ika dedikleri yemek var ki, bu ahtapotun ya da mürekkep balığının çiğ olarak yenmesi. Çiğ olarak yeniyor ama batırılan soya sosu önemli. Gayet lezzetli bence.”

Saşimi hazırlarken balık daima filetolar halinde kullanılır ve degişik deniz ürünleri eşliginde sunulur. Ancak vasabi denen ve genizleri yakan beyaz japon hardalı ile şoyu denen soya sosu da sunumda asla eksik olmaz. Bayan Esra Gündüz:
“Burada yemeklere genellikle yağ koyulmuyor. Bizdeki salçanın yerine de soya sosu konuyor ve bunun genelde biraz şekerli bir tadı oluyor. Mesela Türk Mutfağı’nda zeytinyağlılara biraz şeker konur. Burada ise sıcak yemeklerin içinde de bir miktar şeker oluyor. Hafif, yani gayet saglıklı yemekler. Fakat bizim lezzetimizden farklıdırlar.”

Japonlar deniz ürünleriyle hazırladıkları yemeklerde son derece taze ürün kullanmaya aşırı özen gösterirler. Bu da akla çok yakın, zira bu yemeklerin hemen hemen hepsi çiğ olarak tüketiliyor. Japon insanı her ne yerse yesin, mutlaka öğünlerinde çorba, sos ve turşu da bulundurur.

Dünya Beslenme Örgütü’nün verilerine göre her yıl bir milyon tonun üzerinde ton balığı tüketiliyor 130 milyonluk bu ülkede. Bu miktar dünya rekoltesinin dörtte birine denk. Ton balığı susi-saşimi kültürünün süregelmesi icin vazgecilmez bir malzeme. Ama ne yazık ki, denizlerin iri incileri balinalar için de aynı şey geçerli. Balina da Japonların yemek listesinde bulunuyor. 1986 yılında alınmış balina avını engelleyen uluslararası bir karara rağmen Japonlar Dünya’daki balina reservlerini tüketmeyi sürdürüyorlar. 2007’de balina avı programlarında 1220 değişik türden balina vardı. Balina yemek de japon kültürünün bir parçası. Esra hanıma kulak verelim:
“Okullarda öğlen yemeklerinde çıkıyor balina eti. Yeniliyor ama ben dışarda çok fazla rastlamadım. Satılıyor. Ama evlerde ço yaygın değil sanırım. Belki daha ziyade lokantalarda kullanılıyor balina eti.”

Japonlar yemeklerinde süt ürünleri neredeyse hiç kullanmıyor. Kırmızı fasulye hamurundan yapılan tatlıları pek ünlü. Zencefil ise en sık kullanılan tat verici. Japon sofrası genellikle salamura balıkla başlar, ardından çiğ balık, haşlanmış balık ve yosunlar, haşlama yemekler, ızgara ve kızartmalar gelir ve zamanın meyvesiyle son bulur.

Japon Mutfağı kesinlikle denemeye değer. Eğer şimdiye değin denemediyseniz, deney yapmadan saşimiden uzak durup suşi ile başlarsanız isabetli bir davranışta bulunmuş olursunuz bence. Afiyet olsun!

Alıntı: Yücel Sivri, RBB Türkçe - 9 Ocak 2008

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Geliyorum Josephine, yıkanma!

Toplumların temizlik anlayışı tarih boyunca değişmiş. Şimdi yaşanan ise küresel ölçekli bir değişim. Modern yaşamı etkisi altına alan hijyen ideolojisi, getirdiği standartlarla doğal ve insani olanı dışlıyor. Katherine Ashenburg Dirt on Clean adlı kitabında temizlik pratiklerini anlatıyor. Her kültürün kendine, pislik ile aşırı titizlik arasında en mükemmel nokta olarak seçtiği bir temizlik anlayışı var. Modern, orta sınıf Kuzey Amerikalılar için "temiz" kelimesi her gün aksatmadan duş almak ve ardından da parfüm sıkmak anlamına geliyor. Oysa 17. yüzyıl aristokrat Fransız erkeği için temizlik, her gün iç çamaşırını değiştirmek, ellerine su serpmek ve vücudunun geri kalanına su ya da sabun değdirmemek anlamına geliyordu. Birinci yüzyılda Romalılar için iki saat ya da daha uzun süreler vücudu farklı sıcaklıklarda suyla ıslatmak, metal bir aletle vücudun terini ve yağını kazımak demekti. Son olarak da tüm vücut yağlanarak temizlenme işi tamamlanıyordu. Her gün, herkes bir a

Knorr salata sosu, fesleğenli ve kekikli - Tarifini açıklıyorum :)

Bir yıl öncesine kadar bu sosu çok tüketiyordum. Salataya çok güzel bir tat katıyor. 4 kaşık su ve 4 kaşık yağ ile sosu karıştırıp salataya döküyorsunuz. Nasıl bir sos ise, insanın salatayı yedikçe yiyesi geliyor. Hatta arkadaşımla abartıp mayonez de sıkarak yiyorduk salatayı. Ne günlerdi... Sonra neden kendim yapmıyorum bu sosu dedim ve ambalajın arkasındaki tarifi aldım. Sanırım hevesim kaçtığı için bir gün bile yapmayı denemedim evde. İlk okuduğumda zerdeçalın ne olduğunu bilmiyordum. Kesin asıl tadı veren baharat budur diye düşünüyordum. Henüz denemedim ama zerdeçalla tanıştım. Fikrim değişmedi; bence hâlâ işin püf noktası zerdeçal ( 2011 notu: Lezzetin potastum glutamattan geldiğini anladım. İnternette biraz araştırırsanız, çin tuzu diye de geçen bu kimyasalın, alınan tatları daha yoğun hissettirdiği belirtiliyor. Fakat aksini söyleyen pek çok kurum olmasına rağmen ben sağlıklı oluşu/güvenilirliği konusunda -hele ki mevzu ticari ürünler olunca- şüpheliyim). İşte tarif: Kurutulm

Heaven Knows, Mr. Allison - Beyaz Rahibe (1957)

Yönetmen: John Huston Oyuncular: Robert Mitchum, Deborah Kerr Süresi: 198 dk. Issız adalar gerek benzersiz egzotik havaları gerekse manzaraları açısından kişinin yalnızlığını en iyi biçimde yansıtmaya uygun görüldüğü için sinemacıların vazgeçilmez mekanlarıdır. Kaç yıldır ‘Lost’u izliyoruz ekranda bir düşünsenize. İstanbul Modern’de gerçekleştirilen ‘Robert Mitchum ve Cool’un Doğuşu’ isimli programın ayrıntılarını okurken aklıma Mitchum’un, böyle cennet gibi bir adada geçen ‘Beyaz Rahibe’ isimli filmi geldi. Beyazperdede ‘Cool’luğun kitabını yazmış olan aktör, bu filmde de Deborah Kerr ile yine aynı pozisyonda takılıyor. John Huston’ın ‘African Queen’ inden esintiler taşıyan film, baştan sona tabiatın içinde geçer. Ve aynı sevimli-likte olmasına karşın pek tanınmayan ama izlenmeye değer bir filmdir. 2. Dünya Savaşı’nda gemisi batırılan Allison, tesadüfen Japonlara ait bir adaya sürüklenir. Eskiden üs olarak kullanılan ada terk edilmiştir. Kendi imkanlarıyla yaşam mücadelesi vermeye