Ana içeriğe atla

Yeşim Ustaoğlu: "Sanatçı dediğin buram buram muhalefet kokmalı"

Yönetmen Ustaoğlu, "Sanatçı dünyanın neresinde olursa olsun, hangi şartlarda yaşarsa yaşasın muhalif tavrını sürdürmeli" diyor ve kendisinin bu tavrı sürdürmeye çalıştığını söylüyor. "Yaşananlara daha geniş çerçeveden bakmak ve sorunlara sanatçı olarak katkı sunmak zorundayız."

Mimarlık alanında eğitim aldınız ve sonrasında kısa filmlerle sinemaya başladınız, sonra nasıl gelişti bu süreç?

Sinema birdenbire olmadı aslında. Bir şekilde onunla büyüyorsunuz; hayal ederek, düşünerek, taşınarak, okuyarak, vardığınız yer büyüme, çocukluk döneminde hayatınızda bu oluyor.

Sinemacı olmak hayaliniz miydi çocukluğunuzda?

Sadece sinema yapmayı düşünerek büyümedim ama şunu hatırlıyorum, film dinleyerek büyüdüm ben mesela. Babaannem filmler anlatırdı, sinemaya çok gidilirdi. Televizyon izlendiği zaman yetmişli yıllarda, Sovyet Rusya televizyonundan filmler izlerdik ve ben hep yeniden kurardım kafamda o hikâyeleri. Hayal kuran, düşünen, taşınan bir çocuktum ve sonra bir gün hayal dünyası gerçekçi olmaya başladı; büyüme, eğitim evresi tamamlandı ama ben bunun insanın yaratılışında olduğuna inanıyorum. Bir şey yapma, o yapma isteğinin olması, o tutku, o yaratma isteği insanın meşrebinde, doğasında olan bir şey. Yapmadan edememek gibi bir şey ve Trabzon'da büyümeme rağmen İstanbul'a geldim ve hemen sinemayla ilgilenmeye başladım.

Mimarlık yaptınız mı hiç?

Kısa film çektiğim dönemlerde yaptım.

"Bulutları Beklerken"de de son filminizde de daha çok profesyonel oyuncularla çalıştınız. Daha önceki filmlerinize baktığımızdaysa amatör oyuncular görüyoruz. Çalışma şeklinizi nasıl değiştirdiniz ve bu size neler kazandırdı?

Profesyonel oyuncuyla çalışmak tabii ki dezavantaj sağlamadı, oyuncuların hepsi mükemmel oynuyor. Şöyle bir şey de var tabii, ben hemen her filmimde özellikle Güneşe Yolculuk'la beraber son yaptığım bütün filmlerde, ki artık bir olgunlaşma döneminden söz edersek, ben bütün oyuncularımı çok beğenirim.

Güneşe Yolculuk'ta oyunculuklar mükemmeldir, Bulutları Beklerken'de de öyledir. Benim filmlerimde, o insanların halet-i ruhiyeleri düşündürür insanları, etkilenirsiniz onların kendilerini ifade etme biçimlerinden. Yani bir söyleşi biçiminde gitmez. Belgesellerimde de dramatik yapı ön plandadır. "Pandora'nın Kutusu"nda da böyle bir oyunculuk görürsünüz ki bu filmde amatör oyuncular da var. Sonuçta birisini nasıl yönetebilmenizle ilişkili bu, onun nerden geldiği ile ilişkili değil benim için.

Oyuncularınızla çalışırken nasıl bir yöntem izliyorsunuz?

Her oyuncunun kendine göre yönetilmesi, eğitilmesi, çalışılması gereken bir metodu var bana göre. Her oyuncuyla ayrı çalışırım, tek tek. Çünkü her oyuncunun kendi kişiliği, karakteri, yeteneği, bilgisi, becerisi ölçeğinde kurduğumuz bir ilişki var. Benim için bu önemli, bir yönetmen olarak. Her biri ayrı bir tornadan geçmek ihtiyacı duyabilir. Onların kendi içlerinde, doğalarında olanı, içerde olanı dışarı çıkarmaya çalışırım ve bana göre herkes oyuncu olabilir aslında. Herkesin buna kabiliyeti vardır yeter ki kendileri gibi olabilmeyi, bir kamera önünde olduğunu unutturabilecek bir utanmadan kurtulduğu zaman bu olabilir. İnsanın aynaya bakması da böyle bir şey üstelik. Aynaya baktığımızı düşünmeden aynaya baktığımız zaman, ya da bir fotoğraf çekilirken, yani poz verilmiş fotoğrafla öylesine yakalanmış bir kare arasında çok fark vardır. Sizin haberiniz olmadan çekilmiş bir fotoğraf karşınıza geldiğinde onu daha çok beğenirsiniz. Hayran olursunuz. Ben de bir kamerayla birinin karşısına geçtiğimde tamamen doğallık arıyorum ama buraya ulaşabilmek zor, çok zor bir şey. Doğru role doğru insanı bulmak, rolüne doğru oyuncuyu seçmek çok önemli.

Peki siz oyunculuk yapmayı düşündünüz mü hiç?

Ben yaptım bir kere.

Öteki tarafa geçmek nasıl bir duygu?

Oyunculuk da yapabilirdim ama kendi filmlerimin oyuncusu olmak gibi bir derdim olmadı. Ben kendi filmlerimi çekmek isteyen biriyim. Yönetmenlik benim tutkum ama oyunculuğu da denedim, denemek istedim. İlk kısa filmimde oynadım, ne anlama geldiğini, oyuncuya rolünü verirken neyi oynattığını, neyi oynanması gerektiğini onunla daha iyi iletişim kurmak için bilmek istedim ama tabii benim bu taraftaki tutkum o kadar değil, ben öteki taraftayım daha çok.

Ustaoğlu sette nasıl bir yönetmendir?

Çok sakin ama kontrolü olan biridir.

Son filminize baktığımızda eski filmlerinizden ayrı olarak siyasetten daha çok insana yönelme durumu var. Filmlerinizdeki yol hikâyeleri bundan sonraki filmlerde de devam edecek mi?

Evet, tüm filmlerimde bir yol hikâyesi var ve açıkçası bunun sizi nereye götüreceğini bilemezsiniz. Siyasi kavramına gelinceyse, aslında siyasi değil yani bu kavramın benim filmlerim için tam olarak açıklayıcı bir kavram olduğunu düşünmüyorum. Politik bakış açısı olan filmler dediğimiz zaman daha doğru bir tespit yapmış oluruz ve bu benim her filmimde var, bunda da var.

Ciddi bir kapitalizm eleştirisi var

Bu anlamda bakarsak aslında aynı kıvamda olan filmler ve siyasi film dediğiniz zaman neyi nereden ayıracağınızı bilemezsiniz. Daha çok karakter ağırlıklı, bir nedenle gitmeyi, karakterin iç dünyasının varlığı, hemen her karakterin bir yolculuğunun olduğu filmler yaptım bugüne kadar. Hiçbirinde diğerinden çok farklı bir yol izlemedim.

Siz kendi senaryolarınızı kendiniz yazıyorsunuz ve ilk kısa filminizi bir öykünüzden uyarlamışsınız. Bundan sonra ne şekilde devam edecek, bir edebiyat uyarlaması gündemde var mı? Kimleri okuyorsunuz?

Belli bir çalışma yaptıktan sonra senaryomu bir ortak yazarıymış gibi başka bir yazarla tartışmayı seviyorum. Bu süreç bana çok ufuk açıcı, derinleştirici tartışma ortamı sağlıyor ve bu tonda bir çalışma yürütüyoruz.

Başından beri bir fikri beraber yaratmak, götürmek gibi bir niyetle hiçbir zaman işe başlamadım. Benim ilk fikrim oluşur, anlatmak istediğim bir şey olur, gelişir, büyür ve bir senaryoya dönüşür. Senaryoyu çoktan yazmışımdır ve böyle sonrasında bir çalışmaya girerim. Son iki filmimde de bunu yaptım, bunlar iyi edebiyatçılardı. Petros Markaris çok önemli bir senaryo yazarı aynı zamanda. Türkçe'de de çevrilmiş kitapları var, aynı zamanda bir roman yazarı. Daha çok polisiye tür yazsa da ama çok eleştirel bir gözü olan çok iyi bir çevirmendir Petros, çok iyi bir Faust çevirmenidir aslında. Faust'u Almanca'dan Yunanca'ya kazandırmış olan yazarlardan biri en azından. Sema Kaygusuz, biliyorsunuz Türk Edebiyatı'nda önemli bir isim artık. İyi bir hikâyeciydi ve ilk romanının ardından şimdi ikinci romanı bitirmek üzere.

Tabii ki edebiyat benim hayatımda önemli oldu hep çocukluğumdan beri. Edebiyat, sinema, müzik, resim, fotoğraf olmadan olmaz zaten, tüm bunları kucaklıyorum ama hayatınızda bir şekilde kitap okumak, kitapla yoğunlaşmak yazıyı da kolaylaştırır ve güçlendirir. Şiir mesela, belki de en ayrıcalıklı gördüğüm sanat dalı. Şair olmak belki de en zor olunacak şey bence.

Son zamanlarda dost olarak da çok sevdiğim insanlar; Sema benim çok yakın dostum, Birhan Keskin yakın dostlarımdan biri ve son zamanlarda en severek okuduğum yazarlar. Ahmet Güntan mesela son yıllarda severek okuduğum biri, Gülten Akın... Çok değer verdiğim şairler var; İlhan Berk örneğin. Bu topraklarda çok önemli şairler yetişti...

Edebiyat da öyle mesela; kitap, roman sık okuduğum türlerden; klasikler mesela, isim vermek çok gerekli mi bilmem ama çocukluğum klasikleri; Dostoyevski'yi okuyarak, Kafka'yı hatmederek geçti. Türkiye edebiyatının da klasikleriyle böyle bir ilişki kurdum ama son zamanlarda biraz daha çağdaşım yazarlarından takip ediyorum.

Daha önce Mezopotamya Kültür Merkezi (MKM) ile kolektif üretimde bulundunuz. Sinemanın ticarileştiği, milyon dolarların konuşulduğu bir piyasadan bahsediliyorken yüzünü insanlığa ve ülkesine çevirmiş genç bir sinemacı kuşağı geliyor. Siz neler önerirsiniz arkanızdan gelen bu kuşağa?

Yeni gelen kuşak oldukça bilinçli geliyor. Bir an önce popüler dünyanın içinde yer alıp para kazanmak isteyen zihniyete sahip bir gencin gideceği yol başka, bir sözüm var ve ben o sözü söyleyeceğim, bir derdim, paylaşacağım şeyler var diyen, dünyaya bakan bizim gibi bir sinemacının izleyeceği yol çok başka tabii.

Bu dünya kapalı, tıkalı bir yoldan geçmiyor. Kendi yerel dünyasından, toprağından, kişiliğinden, bireysel dünyasından beslenirken dünya sineması gibi dev bir platforma bakan dev bir sinema söz konusu olan.

Biz 90’lı yıllarda bu yolu açmaya çalışırken uluslararası marketin aynı zamanda dünya standartlarında filmler üretilmesinin, bu standartlarda kendi ülkesi de dâhil olmak üzere gösterimlerini sağlayabilmenin yollarını kendi başımıza öğrendik ve yaptık. İnternet yokken, bu tür ilişkileri kurabilmek o kadar kolay değilken öğrendiğimiz şey şuydu: İyi ve özgün bir şey yapıldığında bu yolun son derece açık olduğunu gördük ve bunu yönetmeyi başardık.

Benim kuşağım bunu yarattı bir anlamda. Yeni gelenler bunları zaten çoktan öğrendiler, her şeyi biliyorlar, her yere de çok kolay ulaşabiliyorlar. Artık internete girdiği zaman bir festival hakkında, market hakkında, uluslararası ilişkiler hakkında çok şey öğrenebilirsiniz. Yeter ki iyi bir fikriniz, iyi bir senaryonuz olsun biz fikir ve öneriler vermeye hep hazırız.

İyi bir film için en önemli şey senaryo mu sizce?

Çok iyi bir senaryo yazabilmek, özgün bir şey yaratabilmek önemli ve açamayacağı kapı yok. Biz de aynı şeyleri yaptık. Yarışmada senaryom ödül aldığı için, gösterebildiğim için senaryomu tartışabildiğim için önümdeki kapılar açıldı -ki bize o zaman bunun yolunu yordamını gösteren de yoktu. Şimdi kuşak bu yolları daha kolay öğrenebiliyorlar.

İyi ve kendi gibi olabilmeyi becerebilmek bir senaryonun tek püf noktası. Yoksa uluslararası şovları öğrenmek, öyle bir ortamda çalışmak ve projeye uluslararası bir kimlik kazandırmak çok da zor değil.

Son dönemdeki kirlenmeyi kıracak, kendinden beslenen, toplumsal olayları anlatabilecek bir sinemanın kendisine yol açma olasılığı var mı?

Var tabii. Dünyada böyle bir market, merak eden bir izleyici kitlesi var. İyi bir sözle yola çıkmak önemli. Yeter ki kendimize oto sansürler uygulayarak, ket vurarak başlanmasın.

Türkiye sinemasında son yıllarda bir hareketlenme var ve bu yönetmenlerin çoğu belli bir ideali olan insanlar. Siz Yılmaz Güney sinemasından sonraki sinemayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Benim kuşağımdan Zeki Demirkubuz, Nuri Bilge Ceylan, Semih Kaplanoğlu, Reha Erdem gibi yönetmenler var. Hepimiz o dönemden gelen, hepimizin ayrı biçimleri, ayrı dünyaları olan, birbirine çok benzemeyen sinemacılar olarak yetiştik. Bu bir yandan da çok sağlıklı bir şey. Ben bir ekol içinde olmayı çok sağlıklı bulmuyorum. Bir ülke sineması, birbirine benzeyen filmleri üreten sinemacılar ya da Türkiye sineması deyince benzeri filmler yapan bir şey olmamalı. Türkiye romanı dediğimiz zaman nasıl yazarların birbirine benzemesi söz konusu değilse, nasıl her yazarın kendi üslubu, biçimi olması gerekiyorsa bu sinemada da böyle.

Yaratılan her sanat dalında aslında; bir sanattan söz edersek, kendine özgü yaratıcılar oluşturur, özgün bir dil oluşturur. “Auteur Sinema” böyle bir şey. Biz aslında, 90'lı yıllarda auteur sinema kavramını Türkiye'ye gösterdik. Bizden sonra gelen kuşaklar içinde, mesela benim yolumdan gelen, takip eden yönetmenler yetişmeye başladı. Bu hoş bir şey ve hepsi kendi yolunda bir anlam yaratacak. Özcan Alper gibi, Kazım Öz gibi mesela. Ya da birbirine benzeyen de oluyor, Ceylan’dan da etkilenenler de var. Başka yerlerden bakanlar var ama onlar da kendi dillerini oluşturacaklar zaman içinde. Özcan için kendi dilini oluşturduğunu, kendine özgü bir sinema yaratmaya başladı diyebiliriz. Bakalım tabii 2000'li yıllar ne getirecek, ne kalıcı olacak Türkiye'de.

"Güneşe Yolculuk", Güney’in sinemasından sonra çok önemli bir kilometre taşıdır. Kendi gerçeğine yeniden ve ciddi bir biçimde bakan çok önemli bir filmdir.

Kimleri izliyorsunuz? Vazgeçemediği bir ülke sineması ya da yönetmenler var mı?

Olmaz mı? Birçok klasikleşmiş isim var benim hayatımda. Klasik isimlerden bir sürü isim atabilirim ortaya. İlk aklıma gelenler Andrey Tarkovski, Aki Kaurismaki ve Michelangelo Antonioni... ve başka isimler elbette. Hepsinin filmlerinden birçok şey öğrendimve etkilendim.

Ya yeni yönetmenler?

Evet, aslında eskilerden söz ederken de aklımda yeniler vardı. Çünkü ben yeniye bakan bir yönetmenim. Yeni bir festivale -ki çok seyahat eden biriyim aynı zamanda, yeni gelen filmler her zaman beni daha çok heyecanlandırıyor.

Ekvator'un altında kalan bölgeler beni daha çok etkiliyor. Bütün dünya sinemasını düşünecek olursam daha çok güney ülkeleri, Latin Amerika ülkeleri, Asya tarafı, Orta Asya'dan gelen Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan. Hatta Uzakdoğu. Japonya mesela giderek daha çok ilgimi çekiyor. Avrupa sinemasının bir parça kendisini tekrar ettiğini ve yeni bir söz üretilemediğini düşünüyorum. Ancak Romanya ve Belçika sinemasını yakından takip ediyorum. Çok ilginç filmler çıkıyor bu iki ülkeden.

Bu kadar seyahat ediyorsunuz, dünyadaki festivallere gidiyorsunuz, hangi arada çalışma fırsatı buluyorsunuz? Bir fikir geldiğinde bunun üretme süreci nasıl gelişiyor? Şu sıralar var mı meşgul olduğunu bir senaryo?

Mesela şu dönem yavaş yavaş yeni senaryomu yazmaya başladım bile. Artık seyahat ederken de yazabilecek kadar disipline olmuş bir hayata doğru yol alıyor yaşamım. Belli bir yerden sonra film tüm dünyada dolaşıyor ve her yere gitmek zorunda kalmıyorum. Ama bir film bittikten sonraki süre içinde seyahatlerimi genel olarak azaltırken, hayatımın bir döneminde de çok sıkı bir biçimde kapanıyorum. Yazım, finans ve filmin oluşma dönemiyse tam bir yoğunlaşma süreci.

Film biterken diğerinin senaryosu bir şekilde çıkar. Şu anda çoktan treatmanını yazmayı bitirdiğim bir hikâye üzerinde çalışmaya başladım. Bu nedenle yavaş yavaş daha yoğunlaştırılmış bir çalışmaya geçmem gerekiyor.

Film bittiğinde ve sizden çıkıp seyircilerin tarafına geçtiğinde neler hissediyorsunuz?

Bir tek cümleden yola çıkarak başladığım film bitiyor ve sonra tek başına kalıyorsunuz bir an.

Onu o aletlerden, masadan çıkartıp bir sinemada tek başıma ya da üç-dört yakınımla birlikte, kimsenin olmadığı bir salonda oturup seyrederiz muhakkak. İşte orada bir şey olur. Bir şey yaşarsınız o an. O kokuyu duymanız lazım. Yaratmaya çalıştığınız duyguyu orada gördüğünüzde evet ya da hayır dersiniz.

Hiç hayır dediniz mi?

Son filmlerimde hiç demedim. Ama kısa filmlerimde diyordum.

Yeniden kısa film çekme niyetiniz var mı?

Şimdi ilginç atölyeler yapmaya çalışıyorum. Genç sinemacılarla öyle projelerim var. Arada zaten bir belgesel yaptım.

Bir sanatçı, üreten insan nerede durmalı size göre? Sanatçı siyasetten uzaklaşabilir mi? İktidarı nasıl algılıyorsunuz, nereye koyuyorsunuz hayatınızda?

Ben sanatçının doğal olarak bir sanatçı sorumluluğu taşıdığına inanırım. Sanatçı her zaman toplumun önünde gider. Muhaliftir. Sistemle çok örtüşen bir dünyası yoktur. Sevdiğim sanatçıların hepsinin yaşadıkları dönemde yaşadıkları ülkelerde düzenle problemleri olmuş, oluyor.

Hayatın içinde acı var. İnsanı anlatmaya kalktığınız yer sızılıdır ve ona gözünüzü kapatamaz, sırtınızı dönemezsiniz. Sanatçı dediğimiz insanların bana biraz, biraz da değil buram buram muhalefet kokması gerekiyor. Ben sanatçının en azından böyle olmak durumunda olduğunu düşünüyorum.

Yarın 8 Mart Dünya Kadınlar günü. Kadın bir sinemacı olarak Türkiye'deki kadın hareketini nasıl görüyorsunuz? Birçok şey yapılıyor ama sizce yeterli mi?

Hiçbir şey yeterli değil elbette. Ama Türkiye'de olan bitene karşı ne önerebilirim bilmiyorum.

Tabii eğitim son derece önemli. Türkiye'de değişimler hızlı yaşanıyor. Çok hızla tüketilen bir hayat var, inanılmaz bir göç sendromu yaşandı, yaşanıyor ve sonuçları çok acımasız. Aynı zamanda bütün bunların yarattığı değişimden çok uzak, hiçbir sosyal proje üretmemiş olan bir toprakta yaşıyoruz. Zaten her şeyden çok uzakta ve sorun yumağı büyüyerek devam ediyor.

Ben kendi adıma tüm bu yaşananları görmeyi becerebilmeye çalışıyorum ve kendisine sanatçı diyen herkesin de bunu yapması gerektiğini düşünüyorum.

_______________________________

Yeşim Ustaoğlu kimdir?

1960'ta, Kars'ın Sarıkamış ilçesinde doğan yönetmen ve senarist Ustaoğlu, Karadeniz Teknik Üniversitesi Mimarlık bölümünden mezun oldu. Kısa filmlerle başladığı sinema yaşantısına uzun metrajlı filmlerle devam etti. Gerek kısa gerekse uzun metrajlı filmleriyle çeşitli yurtiçi ve yurtdışı festivallere katıldı, ödüller aldı.

Yönetmen olarak filmleri şöyle:

Bir Anı Yakalamak (1988), Magnafantagna (1989), Düet (1990), Otel (1992), İz (1994), Güneşe Yolculuk (1998), Bulutları Beklerken (2003), Sırtlarındaki hayat (2004), Pandoranın kutusu (2008).

Senarist olarak filmleriyse şöyle:

Otel (1992), Güneşe Yolculuk (1998), Bulutları Beklerken (2003).

Ödülleri:

* 14. İstanbul Film Festivali, 1995, İz, En İyi Film
* 18. İstanbul Film Festivali, 1999, Güneşe Yolculuk, En İyi Türk Yönetmen
* 11. Ankara Film Festivali, 1999, Güneşe Yolculuk, En İyi Yönetmen
* 11. Ankara Film Festivali, 1999, Güneşe Yolculuk, Onat Kutlar En İyi Senaryo Yazarı
* 11. Orhan Arıburnu Ödülleri, 2000, Güneşe Yolculuk, Mahmut Tali Öngören Jüri Özel Ödülü
* 23. İstanbul Film Festivali, 2004, Bulutları Beklerken, Jüri Özel Ödülü
* 56. San Sebastián Uluslararası Film Festivali, 2008, Pandora'nın Kutusu, Altın İstiridye (En iyi Film) (HÇ/BÇ)

_______________________________

* Fotoğraf Muammer Yanmaz'ın "Kadın Yönetmenler" başlıklı fotoğraf sergisinden.

Alıntı: Bianet, 7 Mart 2009, Hayati Çitaklar

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Geliyorum Josephine, yıkanma!

Toplumların temizlik anlayışı tarih boyunca değişmiş. Şimdi yaşanan ise küresel ölçekli bir değişim. Modern yaşamı etkisi altına alan hijyen ideolojisi, getirdiği standartlarla doğal ve insani olanı dışlıyor. Katherine Ashenburg Dirt on Clean adlı kitabında temizlik pratiklerini anlatıyor. Her kültürün kendine, pislik ile aşırı titizlik arasında en mükemmel nokta olarak seçtiği bir temizlik anlayışı var. Modern, orta sınıf Kuzey Amerikalılar için "temiz" kelimesi her gün aksatmadan duş almak ve ardından da parfüm sıkmak anlamına geliyor. Oysa 17. yüzyıl aristokrat Fransız erkeği için temizlik, her gün iç çamaşırını değiştirmek, ellerine su serpmek ve vücudunun geri kalanına su ya da sabun değdirmemek anlamına geliyordu. Birinci yüzyılda Romalılar için iki saat ya da daha uzun süreler vücudu farklı sıcaklıklarda suyla ıslatmak, metal bir aletle vücudun terini ve yağını kazımak demekti. Son olarak da tüm vücut yağlanarak temizlenme işi tamamlanıyordu. Her gün, herkes bir a

Knorr salata sosu, fesleğenli ve kekikli - Tarifini açıklıyorum :)

Bir yıl öncesine kadar bu sosu çok tüketiyordum. Salataya çok güzel bir tat katıyor. 4 kaşık su ve 4 kaşık yağ ile sosu karıştırıp salataya döküyorsunuz. Nasıl bir sos ise, insanın salatayı yedikçe yiyesi geliyor. Hatta arkadaşımla abartıp mayonez de sıkarak yiyorduk salatayı. Ne günlerdi... Sonra neden kendim yapmıyorum bu sosu dedim ve ambalajın arkasındaki tarifi aldım. Sanırım hevesim kaçtığı için bir gün bile yapmayı denemedim evde. İlk okuduğumda zerdeçalın ne olduğunu bilmiyordum. Kesin asıl tadı veren baharat budur diye düşünüyordum. Henüz denemedim ama zerdeçalla tanıştım. Fikrim değişmedi; bence hâlâ işin püf noktası zerdeçal ( 2011 notu: Lezzetin potastum glutamattan geldiğini anladım. İnternette biraz araştırırsanız, çin tuzu diye de geçen bu kimyasalın, alınan tatları daha yoğun hissettirdiği belirtiliyor. Fakat aksini söyleyen pek çok kurum olmasına rağmen ben sağlıklı oluşu/güvenilirliği konusunda -hele ki mevzu ticari ürünler olunca- şüpheliyim). İşte tarif: Kurutulm

Heaven Knows, Mr. Allison - Beyaz Rahibe (1957)

Yönetmen: John Huston Oyuncular: Robert Mitchum, Deborah Kerr Süresi: 198 dk. Issız adalar gerek benzersiz egzotik havaları gerekse manzaraları açısından kişinin yalnızlığını en iyi biçimde yansıtmaya uygun görüldüğü için sinemacıların vazgeçilmez mekanlarıdır. Kaç yıldır ‘Lost’u izliyoruz ekranda bir düşünsenize. İstanbul Modern’de gerçekleştirilen ‘Robert Mitchum ve Cool’un Doğuşu’ isimli programın ayrıntılarını okurken aklıma Mitchum’un, böyle cennet gibi bir adada geçen ‘Beyaz Rahibe’ isimli filmi geldi. Beyazperdede ‘Cool’luğun kitabını yazmış olan aktör, bu filmde de Deborah Kerr ile yine aynı pozisyonda takılıyor. John Huston’ın ‘African Queen’ inden esintiler taşıyan film, baştan sona tabiatın içinde geçer. Ve aynı sevimli-likte olmasına karşın pek tanınmayan ama izlenmeye değer bir filmdir. 2. Dünya Savaşı’nda gemisi batırılan Allison, tesadüfen Japonlara ait bir adaya sürüklenir. Eskiden üs olarak kullanılan ada terk edilmiştir. Kendi imkanlarıyla yaşam mücadelesi vermeye